31 Ocak 2012 Salı

Sardunya misali ...

Girtlakta kalan yumru vardır hani... zaman zaman gelir çöreklenir tam ortaya ve kolay kolay da erimez. Onca nasılları geçirirsin aklından?  "Ama yani nasıl.."  ile başlayan cümlelerin cılız acabalari gelir hemen arkasına.. Yine de hic biri sinmez içine. Bi şey... Mutlaka bı şey olmalı deyip  deyip derinden gelen fısıltı halindeki gercekleri duymak istemez savurursun.. Bır tarafın bilir aslında gercegi ya da gercege en yakını.. Ama cok küçük bı tarafın. Hani serçe parmağın ucuyla gösterilir ya suncacik diye.. Hih iste o kadarcik bı tarafın bilir. Bilir bilmesine ama yetiremez sesini. Caresizce bekler doğrulacagi gunü...  Kendine bakarsın bı de... AMA ! dersin yine savunmayı elden bırakmadan. Bilirsin halbu ki kabak gibi olanı da biteni de... Uykuya dalarken, tam araftayken,  iç sesini bastıramaz " evet aslinda" dersin ya hani.. Hih iste o her evetin sonunda bı rahatlama olmuyorsa eğer bu seferde "her şeye rağmen" ile başlayan cümleler gelir..  İste onlar en beteridir bilirsin. Onların acabalari bile yoktur. Bahaneleri yoktur. Telafileri, özrü yoktur. Affedilirleri yoktur. Bedeli de çoktur...  O zaman tükenir kalbin. Damlasız gelen hıçkırıkların ardı arkası kesilmez. Susmaz içindeki ses. Sesin beslediği yumrunun büyüyüp seni yutmasından korkarsın.  Ya da korkarım demeli böyle zamanlarda. Genellememeli..  Ben korktum.  Yapayalniz hem de... Ama biliyorum ki  o yumrudan kurtulacagim gun yakin. O ve beraberindekilerden kurtulacağım gun her gece gelen "tatlı rüyalar" sözcüğü gercek olacak.  Dupduru ve mis kokulu...  Sardunyalar misali...

29 Ocak 2012 Pazar

hani benim salıncağım ?

Koşarak çıkmıştım evden. Bağcıklarımı bile bağlamadan. Günlerdir bekliyordum kolay mı? Nefesim tıkanıncaya kadar koştum. Aştım önümdeki küçük tepeyi. İsmimi söyleyen, "ezgiiii nereye böylee?" diye soran teyzelere bile cevap vermedim.  Kimse durduramazdi beni. İlk ben gitmeliydim. İlk ben kapmalıydım... 


Tepeyi aşınca gördüm halbu ki. Yanında başkaları vardı. Başkaları da bilmişti ve benden önce davranmışlardı. Ama ben söylemiştim anneme. İlle sütünü içmeden çıkamazsın diye tutturmasaydı ya.. N'olurdu o domatesleri bitirmek zorunda olmasaydım. Off anne bak gördün mü sütün faydasından çok zararı varmış gördün mü?

Yine de vazgeçmemiştim. Etrafındakilere rağmen kalbim kut kut gittim yanına. O dünyada gördüğüm en güzel salıncaktı.  Bır sürüsünü görmüştüm. Kaç mahallede yeni yeni salıncaklar denemiştim ama bu başka gibiydi. Renkleri bile sanki daha önce hiç görmediğim renklerdi. Zincirleri uppuzun güpgüçlüydü. Sanki onlarla uzaya kadar uçabilirmissin gibi... 
Hiç kopmadan.



Sımsıkı sardığını hayal ederdim beni. Gözlerimi kapatıp rüzgarda saçlarımı savura savura sallanmak için deli oluyordum. Ama inmiyorlardı bi türlü mahallenin öbür çocukları. Nispet mi yapıyordu yoksa bana o serra. Uyuz serra. Gözümün içine baka baka inmiyordu salıncaktan. Çığlık çığlığa kahkahalar atıyordu. Yandaşları burak ve deniz de sallıyorlardı onu istediği gibi "daha hızlı... Daha hızlı..."


Ben yalnız gelmiştim. Beni sallayacak kimse yoktu. Ama ben yine de daha güzel sallanırdım mahallenin bütün çocuklarından. Saçlarımı bile sırf bunun için uzattığımı bı bilse annem :) ama cok seviyorum iste rüzgarın saçlarımı savunmasını. Cok...

Başkaları kaptı yine salıncağımı. Bitmeyen sıra tam bana geldi derken ben önce merhaba demek istemiştim salıncağıma. Tanıtmak istemiştim kendimi. En önemlisi iznini almak istemiştim. Ben hep haksızlık edildiğini düşünürüm salıncaklara. Pat diye oturur çocuklar. Hiç bakmadan. Konuşmadan... İşte tam merhaba derken başkası itip geçiyordu yerime. Tamam itiraf ediyorum. Biraz korkuyordum da salıncaktan. Ama hep oturana kadar sürer korkum. Sonra herkesden daha hızlı daha yükseğe sallanırım.. Ama binemiyordum işte bi türlü. Sadece izliyordum. Akşama kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım ki abim geldi beni almaya. Elinden tutarken abimin, gözüm arkadaydı. Yarın sütümü içmeden gelirsem yetişir miydim.....



24 Ocak 2012 Salı

fırlatın tokaları !

durup dururken evin içerisinde son ses müzik kendi etrafınızda dönmeye başladığınız olur mu hiç?

hani nerden geldiğini bilmeden bi tutku gelir... hipnoz yapılmışcasına bırakıverirsiniz kendinizi... çoğu zaman bir müzik eşliğinde olur bu. yerinizden kalkıp saçınızdaki tokayı fırlatıp ellerinizi yavaşça açarak etrafınızda döner misiniz sizde, başınız dönüp de yere düşesiye kadar hem de!

döndükçe güler misiniz mesela,

gözünüzü açmaya korkar mısınız sizde,

tam yaşadığınız hazzın doruk noktalarına ulaştığınızı hissederken...... kapı çalınıverir mi sizin evde de bir münasebetsiz tarafından?!?

hadi o zaman. evetse cevaplar fırlatın tokaları, terlikleri....

 

20 Ocak 2012 Cuma

"bi arkadaş"

ilk akla gelen doğru mudur her zaman?


hani derler ya. sınavda ilk aklına gelenden vazgeçme. o mutlaka doğrudur...  peki her durum için sorgulasak bu sözü, var mıdır gerçeklik payı... 


ilk kez karşılaştığın biri hakkında akla gelen ilk izlenimler mesela... telefonun çalışını duyduğun anda aklına gelen ilk kişi... evde yapılan yemeği düşündüğünde aklına gelen ilk yemek... anneni mi babanı mı en çok seviyorsun sorusunda içinde gizlediğin ilk isim... ya da bi' cümle okuduğunda aklına gelen ilk şey...


ben genelde ilkine inanmayı seçip sonrasında da -işkence niyetine midir bilmem- ya değilse? seçeneklerini türeterek kendimi tüketenlerdenim. severim kendim hakkında felaket tellağı yapmaya. "yedi numara" vari senaryolar üretmeye... 


sahi hatırlayan var mıdır hala yedi numarayı?





izlemekten vazgeçemediğim, arkadaşlığın bütün duraklarına uğratan dizimi... 


bi arkadaş ki çat kapı gidebileceğin,


bi arkadaş ki canın sıkkın olduğunda her şeyine katlanabilecek,


bi arkadaş ki ne yaparsan yap sorgulamadan yanında bulunacak,


bi arkadaş ki yüzün ağrıyıncaya kadar güldürecek,


bi arkadaş ki manidar bi havada kim o? sorularına "bi arkadaş" diyebileceğin...


sahi!


kim o? "bi arkadaş"....

18 Ocak 2012 Çarşamba

gökkuşağının renklerine bürünmek

henüz içine girmediğim hatta kapısından bile bakmadığım ve hatta kapısını bile görmediğim bir dünya...

hep sesini duyduğum... karanlıkta.. el yordamıyla algılamaya çabalarken bulduklarım, daha doğrusu kulaktan dolmalarla bulduğumu sandığım ve şaşırdığım dünya...

itiraf ediyorum. korktum ben kapıları açmaktan... tanımaktan.. dinlemekten...

dogmalarımın,, besleyip büyüttüklerimin,, beni ben yaptığını sandığım kolonlarımın yıkılmasından...

yeni yeni farkediyorum aslında ne kadar renksiz yaşadığımı. kapıları açtıkça insanın gökkuşağına ulaşabileceğini...

tek bir mor.

tek bir siyah.

tek bir sarı.

tek bir pembe olarak değilde her kültürdeki renklerin farklı tonlarına yavaş yavaş ulaşabilmenin güzelliğini yeni yeni anlıyorum...

gökkuşağının altından geçip her tona bürüneceğim güne doğru yavaaş yavaaş yükleniyorum...

ve asıl ne demek mi istiyorum?!?

gökkuşaklarına karşı üç maymunu oynamayalım artık...

hadi başlangızımızda "zenne" olsun...

ashes and snow

topluca izlenilmemesi gereken... yalnızken sizi her yere götürebilecek bir yapım.


"ashes and snow"


görüntülerin gerçekliği içinde kaybolup; müzikleriyle büyülenebilirsiniz...


geçen kısa konuşmaları ise içselleştirip hazmedebilmek, bir seferde pek de mümkün gözükmüyor...


"tüy ateşe,
ateş kana,
kan kemiğe,
kemik iliğe,
ilik küllere,
küller kara..."


ps: http://www.youtube.com/watch?v=0cRIYa6-d8s



15 Ocak 2012 Pazar

anbean...

aslında aklımda ne yazılır ki? ne ile başlanır ki ilk kez diye geçirirken nicedir aklıma takılan soru bir kez daha çıktı karşıma...

başlık mı yazılır öncesinde...  yoksa,
yazı mıdır başlığı belirleyen...

bi taraf hiç şüphesiz, "önce yazı yazılır... ki başlık zaten yazının içerisinden alınır." derken;
akıllardan hiç mi geçmez amacı öncesinden belirlenmiş sözlerin bir başlangıcıdır adından da anlaşılacağı üzere "başlık"...

neyse... 

yumurta&tavuk hikayesine bir yenisini eklemeden gelgelelim nedir bu blogun amacı. 

"anbean"

elden geldikçe yansıtabileceğim, "an"larımın yansımasıdır bu defter...

hadi hayırlısı...