6 Kasım 2012 Salı

İSTİYORUM BU DELİYİ. İcimdeki deli doğuyor. Yıllarca uyuttugum bir deli var icimde. Cok nadir nefes aldırdıgim. Kimseye sezdirmeden yaşattığım deli.. Bu dogum kimseye zarar vermemeli. Evet istediğim bu ama biliyorum bu poyraz sert geçecek. Yaşanması gereken sancılar var. Göze aldım bu sancıları. "İstiyorum bu bebeği" der gibi "istiyorum bu deliyi". Turk filmlerindeki o hastanede doktorlar çıkıyor odamdan. "Bu cocuk doğmamalı." diyorlar. "Bu cocuk onu öldurebilir. Cok riskli." Bilmiyorlar ki sardım aklıma bu kez. Dönüşü yok. Cok zaman kaybettim baba evindeki sallanan koltukta. Tamam kabul hareketsiz değildim. Sallaniyordum bir öne bir geriye, hayallerime dalıp gidebiliyordum ama yetmiyor ki artık. Düşeceğimi bile bile adım atmak istiyorum. Dizlerimi parçalaya parçalaya kalkmak, düşmek.. Sonra tekrar kalkmak.. Papatya falları bakar gibiyim, ne kalacak elimde ? "Seviyor-sevmiyor" ikilisinden en son kalkmak mı benim olacak düşmek mı.. Göze aldım almasına bu falı, göremesem de hikayenin sonunu İSTİYORUM BU DELİYİ. Tek korkum ailemin bu deliyi görecek gücünün olmaması.. Varsa bile bu sancıya onları da ortak etmek acitiyor canımı.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Martı misali süzülme vaktindeyim.

Martı misali süzülme vaktindeyim. Denizi yenercesine üstüne çıkmış kayalıklar Ben de tepesine tünemiş bakıyorum nereye uçacağıma. Bir çoğunu görüyorum mavilerde Bi çoğu vapurun peşinde köpüklerde Bir çoğu da simit derdinde... Bakındım önce tünediğim kayadan. Dinledim. Bekledim. Sonra havalandım birden. Başladım çırpmaya kanatlarımı. İlk kez uçarcasına çırptım. Maviler mora dönene kadar. Delice çırptım. Hızımı kestim sonra. Kanatlarımı hükmüme aldım tekrar. Ve gördüm. Süzülme vaktiydi artık. Gelmiştim. Süzülmenin inceliği düşünmeden ve tadını çıkarmayı bilmekti morcivertte. Ama bi'şey eksik yine. Bi kaç tüyüm koptu sanki çırpınırken. En renkli. en yumuşak tüylerim kayboldu. Peki şimdi ne olacak... Değecek mı bildiğim kayalığı terk etmeme. ya da kaybolan tüylerime...

16 Ağustos 2012 Perşembe

Kürek sevmeyenlere

Hala anlayamadiysan kumsala git sevgilim. Karanlikta denizi dinle. Kaybol. Ve elini uzat bana. Kumsala..  Gecenin sessiz karanlığında avuclanan kum tanesi gibi oldugumu anlayamadığın icin ayrıldık biz sevgilim... Elini daldirdiginda tasiyamacagin kadar yogundum. En sevdiğin halimdi. Bilirim.. Sen hep kaldırıp götürmek istedin beni. Halbu ki her çabanda daha çok sızdım avcundan. Bazen sinsice. Bazen istemsiz.. Her defasında tekrar denedin. Denedim.. Aramıza kürek sokma fikrini hiç bı zaman sevmedik ikimizde. Ama ne ben altından çekilebildim. Ne de sen kalkıp gittin.  Deniz yükseliyor sevgilim. Görmedin. Deniz geliyor. Geldiginde sen kalkmak zorunda olacaksın ben de gitmek... O güne kadar bi sarki daha çalsana dinleyelim. Ama sesi cok açma n'olursun. Denizin sesini bastırmasın. Birden gitme. Az daha bekle... Az...

22 Haziran 2012 Cuma

Çat kapı

Her zamanki gibi bır eli yorganın altında, digeri bacaklarının arasinda uyuyordu Derya. Saatlerce dönmedolap misali kıvrandığı yatağında en sonunda bitap düştü. Çok degil bı kaç saat sonra, gün ağarmaya başladığında, çalan telefonun alarmını kapatmakhh icin uzandı. Gözlerini bır milim bile açmadan kapadı telefonu. Ama ses kesilmedi. Artık sinir bozucu bı hal almaya başlayan sesin telefondan değil de aşağıdan, dış kapıdan geldigini anlayınca fırladı yataktan. Saga sola sendeleyerek yuvarlanmaktan farkı olmayan adımlarla indi merdivenlerden. Elini kapı koluna götürdüğü anda, annesinin çocukluktan gelen sesi çınladı kulaklarında. "Hala öğrenemedin kapıyı açmadan önce kim o demeyi?" bu defa annesini dinledi. Parmaklarının ucunda uzandığı kapi gözünden baktığı anda yıllar önce o kapıdan kaçarcasina giden Mert'i gördü. İrlanda da tanıştığı ve pesinden Türkiye'ye gelen çocuktu bu... Bır zamanlar delicesine asık olduğu, Derya'ya tutkun olan cocuk... Mertle göz göze geldiler kapı gözünden. Öylesine patırtı yapmıştı ki kapıya ulaşana kadar, Mert'in duymamış olması imkansızdi. Ve daha kötüsü yıllardır beklediği ve yüzlerce kez senaryonu yazıp oynadığı bu sahnede tutulup kalmıştı Derya. Ne geri dönebiliyordu yatağına, ne de kapıyı açabiliyordu.  Filmlerdeki gibi uzamazdi ama bu sahneler. Anlık olurdu... Oldu da.  Mert  "biliyorum orada olduğunu Derya, ac lütfen kapıyı, cok pişmanım." dediğinde "sen neyi bildin bu zamana kadar Allah'ın belası... Biliyormuş!" diye cevap verdi. Cevap verdi vermesine ama sadece icinden... Mert'in karşısında hiç bır senaryo tutunazmadı, hala öğrenebilmiş degildi. Her zaman böyleydi Derya. Hangi durum hangi koşul olursa olsun konuşurdu. İcinden. Dışından. Sesli. Sessiz. Fısıltıyla. Bagirarak. Kendisiyle ya da baskasiyla. Ne olursa olsun, verilecek bır cevabı olurdu. Kimi zaman mantık dolu, kimi zaman çocuksu olan cevapları bile bunu kimin söylediğini anlamamıştı ki biraz önceki ses yeniden çalmaya başladı.  Çaldı... Çaldı... Derya az öncekinin rüya olduğunu anlamaya başladığında iki düşünce yine baş vermişti... Biri;  -bütün bunların henüz yaşanmamış olması ve hala o an gelinceye kadar hayal kurmaya yetecek zamana sahip olması... Bır digeri ise;  -bütün bunların yaşanmış ve bitirilmiş olması. Artık baska bır gerçeğin yani basında yatıyor olmasıydı. Derya sol elini yastığın altından çıkardı ve Faruk'un saçını araladi. Yanındaki gerçeğe daha net bakıp asla yaşanmayacak hayalinin silinişini izlerken ikinci uykusuna dalıp gitmişti...

4 Nisan 2012 Çarşamba

aşuksuz maşuğa beş bile yok.

geel zamaan git zamaan aşuk ile maşuk kopmuşlar birbirlerinden. aşuk bulmuş başka bir maşuk. maşuk bulmuş başka bir aşuk. gökten üç erik düşmüş. (elma sevmem. bi de canım şuan erik çekti). biri benim başıma. biri okuyanların başına. biri de ismini vermek istemeyene, ona işte canım, o kadarını bilmeseniz de olur...


bu mu ne? 


baktım ki dönemin modası bu. sondan başa sarmak.. bi deneyim istedim. merak ögesi uyandırmak her zaman işe yaramıştır sonuçta. 


neyse efenim fazla dağıtmadan başlıyorum...


halihazırda anladığınız üzere bir aşuğumuz bir de maşuğumuz var. ama sanıldığı gibi bildiğimiz aşuk ile maşuk değil bunlar. hani şu dans eden erkekler değil yani. başka...


aşuk ile maşuk sürekli birbiriyle itişen, laf sokmadan nefes alamayan, tek hayat gayeleri bir diğerini bozmak ve yenmek olan bir çiftimiz. o kadar farklılığa rağmen hala sebebi bulunamayan bir sebepten birbirlerini çekmişler ama o günden beri ikisi de gün yüzü görmemiş. senden benden insanlar işte. 


aşuk işinde gücünde. couch potato bi kişilik. maşuk ise delinin delisi. hem sıradan hem çok farklı. tanımlanamayan bir cisimsi.. ikisinin amacı da belli. içinde bulundukları kişiyi ele geçirmek ve kölesi yapmak. 


şaştınız di mi?


ama ben insan demedim hiç sayın okuyucu... lütfen. aşuk ile maşuk her birimizin içinde yaşayan iki kutup aslında. hem birbirlerine aşıklar -ya da biri diğerine aşık. her neyse- hem de birbirlerinden nefret ederler. her durumda içinde bulundukları bizleri kendi emelleri doğrultusunda harekete geçirmek için çırpınır dururlar. bi biri yener bir diğeri. biz de her seferinde birini seçtiğimiz anlarda bazen ufacık bazen kocaman keşkeler geçiririz aklımızdan. ama nafile... olan olmuştur.


büyüyünce olmaz bunlar. yani gerçekten büyüyünce. aşuk ile maşuk "delikanlılık" denizinden kurtulup da hikayenin başına dönünce. olmaz. 


kişi durulur...


sözler..


davranışlar...


ama malesef ben henüz o mertebede değilim. yine de hissediyorum çok az kaldı. hani böyle beş bile yok...


işte o zaman isterse aşuk ile maşuk öldürsün birbirini umrum olmayacak. tabi aşuk ile maşuğu gaza getirenlere de büyümüş bir insan gibi gözlüğümü burnuma indirip hafifçe kafamı eğerek bakıcam. ve gülmekle gülmemek arası "ahh. küçüğüm" dicem.


valla da billa da. 


beş bile yok. :)

12 Mart 2012 Pazartesi

İçimdeki müziği eyledim.

Müziğin ritmi sanırdım ki yalnız beni bu kadar etkiliyor. İsmin insan üzerinde büyük etkileri olduğuna inananlardanım ne de olsa... Sonra fark ettim ki öyle değilmiş o işler. Bir müzikle başlarmış minik bir kıpırdanma, bir müzikle aniden beliren ama düşmemekte inatçı bir damla, bir müzikle uykuya dalma, bir müzikle atmaya başladığını fark ettiğin boynundaki  bir damar, bir müzikle aylardır yapamadığını yapma, bir müzikle dudağın altına yayılan naif bir gülümseme... 


hepsi yalnız bir müzikle...


kimini yaşadım. 


kimini yaşattım.


kimi kaçırdı.


kimi yakaladı.


peki...


kim bekledi ?




21 Şubat 2012 Salı

balon ve iğne

mutluyum. mutlusun. mutluyuz.


ülkecek 3. sıradaymışız ya hani mutluluk sıralamasında. hani günlerdir tartışıyoruz ya... kimi diyor, "mutluyuz tabi, mutlu olmayacak ne var?"    karşı çıkanlar oluyor "ne yok?" 


sonra dönüyoruz kendimize. bakıyoruz öylece. soruyoruz içimize. mutlu muyum? 


hıh işte bu soru beni illet ediyor. diken diken ediyor. ya da allak bullak... işte o tarz bişi oluyorum... önce mutluyum tabi diyorum. daha "-um" demeden acaba baloncuğu çıkıyor yanımda. elimle savuruyorum derken. hoop. balon beni içine almasın mı?


bak sen allahın işine işte...


balonun içinde de mutluyum! mutsuzum! kıvranacak halim yok ya. başlıyorum zıplamaya. zıplaya zıplaya atlıyorum balkondan. baloncuk beni koruyor. yere düşen top misali hızım yavaşlaya yavaşlaya gidiyorum balonun götürdüğü yere. tabi böyle deyince, tutsak gibi oldu ama. cıkk. bende yön veriyorum arada balona. ortak bi yerde buluşuyoruz işte.


etrafımda insanlar kaçışıyor. korkuyor. çığlıklar atıyor. dalga geçiyor. ama çocuklar öyle değil. gülüyor da gülüyorlar. kimisi gülmeyi bırakıp beni itiyor. ben de gülüyorum tabi. e komik. ama "dur diyorum çocuğum beynim dönüyor." yok! dinler mi çocuk? sevdi bi kere. eğlendi. derken üç beş çocuk daha ekleniyor peşimize. öyle bi itiyorlar ki kendimi tekerlek içinde koşan hamster gibi hissediyorum. karnımız ağrıyor gülmekten. neyse ki çocuklar hem güleyim hem koşayım derken yoruluyorlar hemen. bırakıyorlar ittirmeyi. ama öyle bi kaptırmışım ki ben hemen duramıyorum. hızımı ayarlayıp durmaya çabalarken o çıkıyor karşıma. elinde bir iğne. korkmadan balonun ve benim gelmemi bekliyor. balona iğneyi batırıyor ki.... 


hayır. 


biz puummm beklerken balon inatçı çıkıyor. O'nu da alıveriyor içine....


devamı mı? 


O söylesin.

15 Şubat 2012 Çarşamba

matruşka olmalı bazen.

Elindeki yanıp sönen fenerle girdi çarşafın altına. Çıt çıkarmaması gerekiyordu. Yasaktı o saatte okuması. Aslında okuması da yasaktı. Hele elindeki kitabı okuması affedilmez bi yasaktı... Bütün yasakları çiğnerdi Zeynep. Olmaz denilen şeylere karşı bi alerjisi vardı. Amacı oldurmak değildi çoğu zaman. Oldurmaya çalışmak ve olmaz diyenlerin tepkilerini izlemekti. 
Zeynep o gece yeni bir romana başladı. Sararmış yaprakları olan kenarları kıvrık, bazı yerlerinde notlar alınmış, bazı satırlarının altı çizilmiş... Belli ki önceden biri, belki de birileri tarafından yaşanmış bir kitaptı.
En sevdiği! 
Yeni bir romana başlamak değil. Yeni bir romana bilmediği gerçek insanlarla başlamak... Bazenleri onlarla yazdıkları üzerine konuşmak, soru sormak, nedenler uydurup en olmayacak olana inanıp şaşırmak...
Ama en çok sevdiği okuduğu romanlardan, öykülerden; izlediği filmlerden, dizilerden, tiyatrolardan bir karakteri çıkarıp kendisini koymaktı o hikayeye. her yeni hikayeye merakı vardı Zeynep'in. Kedi gibi burnunun ucunu sokup koklaması gerekirdi farklı gelen her şeyi. sonra içinden ilk geçeni seçerdi. Bazen ağlayan kadın olurdu, bazen deli kadın, bazenleri dilsiz çocuk, bazenleri şarkı söyleyen küçük kız, bazen de istasyondaki evsiz bilge yaşlı kadın... 

Bakalım bu romanda kim olmayı seçecekti Zeynep...

Belki de Matruşka olmayı seçer bu sefer. Kat kat hepsinden giymek ister, kim bilir.

Kimseye söylemezdi ki bu sırrını, kimse bilemezdi.

Ama uyku ağır bastırdı.. Zeynep bir elinde fener, üzerinde eski bir roman rüyasındaki karakteri oluşturmaya başlamıştı bile...




2 Şubat 2012 Perşembe

8 de 8...

yalanlar var.


sonra yalanları saklamak için söylenen başka yalanlar da...
arada bir söylenen renksiz doğrular da var.
yalanlar renkli ise doğruların renksiz olması gerekmez mi ama ?


rengi olan doğrular beş para etmiyor bu hayatta. 
benim nazarımda beş para etmiyor. 
hatta acındırıyor karşıdakini. 
hafifletiyor. 
görünmez kılıyor. 


çıkarların hepsi rengi olan doğrular... 
bir taraftan bakarken doğru gözükmesi, diğer taraftan rengini belli etmesine engel olmuyor. 
eninde veya sonunda iç yüzü belli oluyor her şeyin herkesin.


yalanlar bile rengi olan doğrulardan daha samimi geliyor. 
karşıdakini üzmeme çabasıdır kimi zaman yalan. 
affedilir. 
ama rengi olan doğrular, bile isteye, düşüne düşüne, kasıtlı kasıtlı yapılınca 8de 8 uzaklaştırıyor.




8 de 8 düşmemek, tükenmemek için "hak edene hak ettiğinden bir fazlasını vermeyeceksin". 




anlamadın mı hala dost?


neyse boşver.


düşünce görürüm ben seni. merak etme gülmem :)  nasıl olsa yapmadan bilemeyeceksin sen de benim gibi...

31 Ocak 2012 Salı

Sardunya misali ...

Girtlakta kalan yumru vardır hani... zaman zaman gelir çöreklenir tam ortaya ve kolay kolay da erimez. Onca nasılları geçirirsin aklından?  "Ama yani nasıl.."  ile başlayan cümlelerin cılız acabalari gelir hemen arkasına.. Yine de hic biri sinmez içine. Bi şey... Mutlaka bı şey olmalı deyip  deyip derinden gelen fısıltı halindeki gercekleri duymak istemez savurursun.. Bır tarafın bilir aslında gercegi ya da gercege en yakını.. Ama cok küçük bı tarafın. Hani serçe parmağın ucuyla gösterilir ya suncacik diye.. Hih iste o kadarcik bı tarafın bilir. Bilir bilmesine ama yetiremez sesini. Caresizce bekler doğrulacagi gunü...  Kendine bakarsın bı de... AMA ! dersin yine savunmayı elden bırakmadan. Bilirsin halbu ki kabak gibi olanı da biteni de... Uykuya dalarken, tam araftayken,  iç sesini bastıramaz " evet aslinda" dersin ya hani.. Hih iste o her evetin sonunda bı rahatlama olmuyorsa eğer bu seferde "her şeye rağmen" ile başlayan cümleler gelir..  İste onlar en beteridir bilirsin. Onların acabalari bile yoktur. Bahaneleri yoktur. Telafileri, özrü yoktur. Affedilirleri yoktur. Bedeli de çoktur...  O zaman tükenir kalbin. Damlasız gelen hıçkırıkların ardı arkası kesilmez. Susmaz içindeki ses. Sesin beslediği yumrunun büyüyüp seni yutmasından korkarsın.  Ya da korkarım demeli böyle zamanlarda. Genellememeli..  Ben korktum.  Yapayalniz hem de... Ama biliyorum ki  o yumrudan kurtulacagim gun yakin. O ve beraberindekilerden kurtulacağım gun her gece gelen "tatlı rüyalar" sözcüğü gercek olacak.  Dupduru ve mis kokulu...  Sardunyalar misali...

29 Ocak 2012 Pazar

hani benim salıncağım ?

Koşarak çıkmıştım evden. Bağcıklarımı bile bağlamadan. Günlerdir bekliyordum kolay mı? Nefesim tıkanıncaya kadar koştum. Aştım önümdeki küçük tepeyi. İsmimi söyleyen, "ezgiiii nereye böylee?" diye soran teyzelere bile cevap vermedim.  Kimse durduramazdi beni. İlk ben gitmeliydim. İlk ben kapmalıydım... 


Tepeyi aşınca gördüm halbu ki. Yanında başkaları vardı. Başkaları da bilmişti ve benden önce davranmışlardı. Ama ben söylemiştim anneme. İlle sütünü içmeden çıkamazsın diye tutturmasaydı ya.. N'olurdu o domatesleri bitirmek zorunda olmasaydım. Off anne bak gördün mü sütün faydasından çok zararı varmış gördün mü?

Yine de vazgeçmemiştim. Etrafındakilere rağmen kalbim kut kut gittim yanına. O dünyada gördüğüm en güzel salıncaktı.  Bır sürüsünü görmüştüm. Kaç mahallede yeni yeni salıncaklar denemiştim ama bu başka gibiydi. Renkleri bile sanki daha önce hiç görmediğim renklerdi. Zincirleri uppuzun güpgüçlüydü. Sanki onlarla uzaya kadar uçabilirmissin gibi... 
Hiç kopmadan.



Sımsıkı sardığını hayal ederdim beni. Gözlerimi kapatıp rüzgarda saçlarımı savura savura sallanmak için deli oluyordum. Ama inmiyorlardı bi türlü mahallenin öbür çocukları. Nispet mi yapıyordu yoksa bana o serra. Uyuz serra. Gözümün içine baka baka inmiyordu salıncaktan. Çığlık çığlığa kahkahalar atıyordu. Yandaşları burak ve deniz de sallıyorlardı onu istediği gibi "daha hızlı... Daha hızlı..."


Ben yalnız gelmiştim. Beni sallayacak kimse yoktu. Ama ben yine de daha güzel sallanırdım mahallenin bütün çocuklarından. Saçlarımı bile sırf bunun için uzattığımı bı bilse annem :) ama cok seviyorum iste rüzgarın saçlarımı savunmasını. Cok...

Başkaları kaptı yine salıncağımı. Bitmeyen sıra tam bana geldi derken ben önce merhaba demek istemiştim salıncağıma. Tanıtmak istemiştim kendimi. En önemlisi iznini almak istemiştim. Ben hep haksızlık edildiğini düşünürüm salıncaklara. Pat diye oturur çocuklar. Hiç bakmadan. Konuşmadan... İşte tam merhaba derken başkası itip geçiyordu yerime. Tamam itiraf ediyorum. Biraz korkuyordum da salıncaktan. Ama hep oturana kadar sürer korkum. Sonra herkesden daha hızlı daha yükseğe sallanırım.. Ama binemiyordum işte bi türlü. Sadece izliyordum. Akşama kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım ki abim geldi beni almaya. Elinden tutarken abimin, gözüm arkadaydı. Yarın sütümü içmeden gelirsem yetişir miydim.....



24 Ocak 2012 Salı

fırlatın tokaları !

durup dururken evin içerisinde son ses müzik kendi etrafınızda dönmeye başladığınız olur mu hiç?

hani nerden geldiğini bilmeden bi tutku gelir... hipnoz yapılmışcasına bırakıverirsiniz kendinizi... çoğu zaman bir müzik eşliğinde olur bu. yerinizden kalkıp saçınızdaki tokayı fırlatıp ellerinizi yavaşça açarak etrafınızda döner misiniz sizde, başınız dönüp de yere düşesiye kadar hem de!

döndükçe güler misiniz mesela,

gözünüzü açmaya korkar mısınız sizde,

tam yaşadığınız hazzın doruk noktalarına ulaştığınızı hissederken...... kapı çalınıverir mi sizin evde de bir münasebetsiz tarafından?!?

hadi o zaman. evetse cevaplar fırlatın tokaları, terlikleri....

 

20 Ocak 2012 Cuma

"bi arkadaş"

ilk akla gelen doğru mudur her zaman?


hani derler ya. sınavda ilk aklına gelenden vazgeçme. o mutlaka doğrudur...  peki her durum için sorgulasak bu sözü, var mıdır gerçeklik payı... 


ilk kez karşılaştığın biri hakkında akla gelen ilk izlenimler mesela... telefonun çalışını duyduğun anda aklına gelen ilk kişi... evde yapılan yemeği düşündüğünde aklına gelen ilk yemek... anneni mi babanı mı en çok seviyorsun sorusunda içinde gizlediğin ilk isim... ya da bi' cümle okuduğunda aklına gelen ilk şey...


ben genelde ilkine inanmayı seçip sonrasında da -işkence niyetine midir bilmem- ya değilse? seçeneklerini türeterek kendimi tüketenlerdenim. severim kendim hakkında felaket tellağı yapmaya. "yedi numara" vari senaryolar üretmeye... 


sahi hatırlayan var mıdır hala yedi numarayı?





izlemekten vazgeçemediğim, arkadaşlığın bütün duraklarına uğratan dizimi... 


bi arkadaş ki çat kapı gidebileceğin,


bi arkadaş ki canın sıkkın olduğunda her şeyine katlanabilecek,


bi arkadaş ki ne yaparsan yap sorgulamadan yanında bulunacak,


bi arkadaş ki yüzün ağrıyıncaya kadar güldürecek,


bi arkadaş ki manidar bi havada kim o? sorularına "bi arkadaş" diyebileceğin...


sahi!


kim o? "bi arkadaş"....

18 Ocak 2012 Çarşamba

gökkuşağının renklerine bürünmek

henüz içine girmediğim hatta kapısından bile bakmadığım ve hatta kapısını bile görmediğim bir dünya...

hep sesini duyduğum... karanlıkta.. el yordamıyla algılamaya çabalarken bulduklarım, daha doğrusu kulaktan dolmalarla bulduğumu sandığım ve şaşırdığım dünya...

itiraf ediyorum. korktum ben kapıları açmaktan... tanımaktan.. dinlemekten...

dogmalarımın,, besleyip büyüttüklerimin,, beni ben yaptığını sandığım kolonlarımın yıkılmasından...

yeni yeni farkediyorum aslında ne kadar renksiz yaşadığımı. kapıları açtıkça insanın gökkuşağına ulaşabileceğini...

tek bir mor.

tek bir siyah.

tek bir sarı.

tek bir pembe olarak değilde her kültürdeki renklerin farklı tonlarına yavaş yavaş ulaşabilmenin güzelliğini yeni yeni anlıyorum...

gökkuşağının altından geçip her tona bürüneceğim güne doğru yavaaş yavaaş yükleniyorum...

ve asıl ne demek mi istiyorum?!?

gökkuşaklarına karşı üç maymunu oynamayalım artık...

hadi başlangızımızda "zenne" olsun...

ashes and snow

topluca izlenilmemesi gereken... yalnızken sizi her yere götürebilecek bir yapım.


"ashes and snow"


görüntülerin gerçekliği içinde kaybolup; müzikleriyle büyülenebilirsiniz...


geçen kısa konuşmaları ise içselleştirip hazmedebilmek, bir seferde pek de mümkün gözükmüyor...


"tüy ateşe,
ateş kana,
kan kemiğe,
kemik iliğe,
ilik küllere,
küller kara..."


ps: http://www.youtube.com/watch?v=0cRIYa6-d8s



15 Ocak 2012 Pazar

anbean...

aslında aklımda ne yazılır ki? ne ile başlanır ki ilk kez diye geçirirken nicedir aklıma takılan soru bir kez daha çıktı karşıma...

başlık mı yazılır öncesinde...  yoksa,
yazı mıdır başlığı belirleyen...

bi taraf hiç şüphesiz, "önce yazı yazılır... ki başlık zaten yazının içerisinden alınır." derken;
akıllardan hiç mi geçmez amacı öncesinden belirlenmiş sözlerin bir başlangıcıdır adından da anlaşılacağı üzere "başlık"...

neyse... 

yumurta&tavuk hikayesine bir yenisini eklemeden gelgelelim nedir bu blogun amacı. 

"anbean"

elden geldikçe yansıtabileceğim, "an"larımın yansımasıdır bu defter...

hadi hayırlısı...